Avrupa’nın Kara Kapıları

player_news_village_lifeBölüm 1- Kıyı

Gün: 7

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştım. Yerde yatmanın neden olduğu sırt ağrısı kendime geldiğimde etkisini göstermeye başlamıştı. Ayağa kalktım, aslında biraz eğilmek zorunda kalıyordum çünkü evlerimizin çoğu çadırı andırıyordu. Ülke merkezine uzak bir ada, köy olduğumuz için köylülerimiz zengin değildi, öyle çok savaşçı bir topluluk da sayılmazdık; ben orta düzeyde bir okçuydum, kardeşim SultanAbdullah ise kılıç ve kalkanı, onlarla birlikte doğmuş gibi kullanırdı. Biraz gerindikten sonra tasta  kalan su ile yüzümü yıkadım, pantolonumu ve ceketimi giyip, yayımı ve sadağımı boynuma astım, deve derisinden yapılma eskimiş kemerimi belime dolayıp, hançeri kınına yerleştirdim ve kemerime bağladım. Sahilde biraz koştuktan sonra ok atma çalışmalarıma devam edecektim.

Genelde kayalık olan bu kıyıların en sevdiğim yanı sabahın sessizliğiydi. Her koşudan önce kıyıya gelir, en uçtaki kayaya çıkar denize, dağlara bakarak ardındaki diyarları ve Elf ordusuna usta okçuluğu sayesinde katılan ağabeyim VictarionGreyjoyy’u düşünürdüm; onun bana ok atmayı öğretirken geçirdiğimiz kazalar, mutlu ve hüzünlü anılar, anne ve babamızı Orc saldırısında kaybederken bana “ Kaç!” diye bağırması, orada, hiç hareket etmeden  bekleyişimi, günlerce tutulan yas ve intikam için edilen yeminleri aklımdan asla çıkaramazdım.

Kumlarla kaplı iç kısımlara döndüğümde adanın etrafında iki tur koşardım, normal Ege adalarına göre bizim adamız fazla büyüktü ama kaynak zenginliği yüz ölçümü ile ters orantılıydı, ihtiyacımız olmadıkça yerinden taş bile oynatmazdık, genelde pirinç eker, balıkçılık ile geçimimizi sağlardık. Balıkçılık aklıma sandalları kontrol etmek gerektiğini getirmişti, birçok kez sandalların halatları kopmuş ya da fırtınada kayalıklara sürüklenip parçalanmıştı. İskeleye ulaştığımda sandallar yerindeydi, halatları tekrar sıkılaştırdım, olta ve ağların olduğu depoya göz atmak için iskelenin altına sıçradım.  Derin olmasa da fazla su sıçramıştı, dizlerime kadar gelen su çok soğuktu fakat beni asıl ürperten soğuk su değildi, deponun kilidi kırılmış, kapı yarısına kadar aralanmıştı. Hançerimi kınından yavaşça çıkardım ve sol elime yayımı aldım, hançerin sapını yayın tam ortasında yay ile birlikte tuttum, sağ elimle omzuma uzanıp iki adet oku yayda gerdim, sol gözümü kapattım ve kapıya hızlı bir tekmeyle içeriye zıpladım.

Durum umduğumdan garipti, depo boştu ama her anlamda. Ne malzemeler vardı ne de çalan birisi. Çok kötü bir çürümüş et kokusu hakimdi, normalde olsa balık kokuyor derdim fakat o sezon hiç balık yakalayamamıştık. Balıkları koyduğumuz dolabı açtım ve 3 tane insan kellesi ayağımın dibine yuvarlandı, yüzleri tanınmayacak haldeydi ama ten renkleri ve saç kesimine bakılırsa bizim köylülerden üçünün kafasıydı. Etrafta dolanan bir şey köylülerimi öldürüyorsa, güvenliği sağlamak kardeşimle bana düşüyordu. Hançerimi kınına okları da sadağıma yerleştirdim, koşarak iskeleye tırmandım, tahtaların üstünde koşarken bastığım yer eğiliyor gıcırdıyordu, kumlara geldiğimde sırtıma gelen kumları hissedebiliyordum. Kumsalı geçip ormanın içinden geçen kestirme yola yöneldim, etrafa dikkatli bakamıyordum fakat ormana bir sessizlik çökmüştü, kuşlar cıvıldamıyor, etrafta koşan sincaplar kovuklarında saklanıyordu. Ormanın çoğu yerinde dalların arasında ağlar örülmüştü ama bu ağlar normal bir örümceğin örebileceğinden fazla büyük ve kalındı.

Aniden köyden yükselen çığlıklar beni hızlandırdı. Bir şeylerin ters gittiği belliydi, adımlarımı açarak hızlandım, sadağıma tekrar uzandım ve en yakındaki köy meydanını gören ağaca çıktım. Köy meydanının tam ortasına baktığımda, anılarım gözümün önünde canlandı, bunun olması imkansızdı, tarih kendini tekrarlıyordu.

Yazan: The Balrog